15 Temmuz 2009 Çarşamba

İnsan hakları ve diplomasi: Türkiye'nin Uygur politikası

[Yorum - Birol Akgün] Çin'in kuzeybatı topraklarını oluşturan ve Uygur Türklerinin tarihî ana vatanı olan Doğu Türkistan'da meydana gelen protesto eylemlerini çok kanlı ve acımasızca bastıran Çin hükümetine karşı AK Parti hükümetinin verdiği tepkiler içeride ve dışarıda ciddi bir tartışma yarattı.
Batı basını Türkiye'nin Uygurlara yakın ilgi göstermesini ve Başbakan Erdoğan'ın konuyu G–8 gibi uluslararası platformlara taşımasını pan-Türkist bir perspektif ve diaspora etkisi olarak yorumluyor. Konu Türk iç siyasetinde de ciddi bir ayrışma noktası haline gelmiş durumda. İdeolojik olarak Türkiye'de milliyetçiliğin sözcüsü konumundaki MHP'nin genel başkanı Bahçeli, Başbakan Erdoğan'ın Gazze çatışması sırasında Filistinlilere gösterdiği ilgiyi Urumçi'deki olaylara göstermediğini iddia ederek Erdoğan'ı yeterince milliyetçi olmamak ve hatta üstü örtülü biçimde İslamcı olmakla itham etti ve Başbakan'ı Çin'e de "one minute" demeye davet etti. CHP Genel Başkan Yardımcısı Öymen ise Başbakan'ın Çin'e yönelik sert açıklamalarını "ölçüyü kaçırmak" olarak niteledi. Türk medyası ise konuya daha çok Uygur diasporasına dayanarak oldukça geniş bir yer ayırdı. Ancak medyadaki kalemler söz konusu Çin olunca oldukça ihtiyatlı ve çekingen bir dil kullanmayı tercih ettiler. Yazarlar arasında Erdoğan'ı duygusallık ve hamaset edebiyatı yapmakla suçlayanlar dahi var. Hatta önde gelen dış politika yazarlarından biri olan Cengiz Çandar, Davutoğlu'nun Stratejik Derinlik kitabını referans gösterip Doğu Türkistan'ın Çin'in stratejik derinliği içinde değerlendirilmesi gerektiğini hatırlatıyor Erdoğan'a. Bazıları ise İran'daki demokrasi taleplerini görmezden gelip Çin konusunda duyarlı olmayı dış politikada normatif ilkelere bağlılık konusunda hükümeti tutarsızlık ve çifte standartlı davranmakla suçluyor. İşin özeti şu: Türk toplumu olarak başta bölgenin ismi konusunda (Sincan mı, Şincian mı yoksa Doğu Türkistan mı) olmak üzere Uygur Türklerinin yaşadığı sorunlar ve bunların çözümünde Türkiye'nin nasıl bir politika izlemesi gerektiği konusunda ciddi bir kafa karışıklığı yaşıyoruz.
Doğu Türkİstan kültürel hİnterlandImIzdIr
Peki, Çin resmî rakamlarına göre 184, Uygur kaynaklarına göre en az 500 kişinin öldüğü Urumçi olaylarına biz Türkler nasıl bakmalıyız? Öncelikle en çok ihtiyacımız olan şey, bölgeye yönelik tarihî ve sosyolojik bilgidir. Uygurlar en az bizim kadar Türk'tür ve Türklük dünyasının en doğu sınırını temsil etmektedir. Tarihsel ve coğrafî olarak aramızdaki mesafeye rağmen dilleri ve kültürleri bize oldukça yakındır. Burada yaşayanlar da Türkiye'yi her zaman kendileri için son sığınak ve kendi davalarının da destekçisi olarak görmektedirler. İlginçtir ki, Anadolu'da Osmanlı İmparatorluğu'nun bakiyesi üzerinde Türk ulus devletini kuran Atatürk dahi ülkenin tüm zor şartlarına rağmen Doğu Türkistanlılara karşı insani ve siyasi ilgisini esirgememiştir. Örneğin 1930'larda Atatürk Doğu Türkistan'dan Türkiye'ye öğrenciler davet etmiştir. Bunlardan birisi de Mehmet Rıza Bekin'dir. Kendisi harp okulundan mezun olduktan sonra Türk ordusunda generalliğe kadar yükselmiştir. Emekliliğinden sonra ise Doğu Türkistan Vakfı'nın başına geçerek hizmet etmiştir. İkinci Dünya Savaşı sırasında bağımsız bir devlet kuran Doğu Türkistanlıların liderlerinden İsa Yusuf Alptekin dahi 1949'da Mao'nun Komünist güçlerine yenilmesinden sonra soluğu Anadolu'da almış ve ölene kadar ülkemizde davasına hizmet etmiştir. 1990'lardan itibaren dünyada giderek güçlenen Çin'in baskısı nedeniyle Türkiye, Uygur Türklerine karşı olumsuz tavır almıştır. Uygur Türklerinin Türkiye'deki faaliyetleri devam etse de, bugün asıl faaliyet merkezleri ağırlıklı olarak Almanya (Berlin) ve Washington'dur.
Şurası kesin ki, Urumçi olayları son yıllarda bölgesinde ve dünyadaki ağırlığı ve etkinliği giderek artan Türkiye'ye ve bu arada Türk entelektüellerine Türkiye'nin kültürel hinterlandını ve siyasi etkileşim alanını yeniden hatırlattı. Dahası 1990'larda Adriyatik'ten Çin Seddi'ne kadar uzandığı varsayılan bu hinterlandın aslında Çin Seddi'nin ötesine de uzandığını Özal'ın ölümünden 16 yıl sonra ancak anlayabildik. Bu şunu gösteriyor. Soğuk Savaş şartları Türk insanının ve Türk aydınının zihin dünyasını o kadar daraltmış ki, komünist heyulasını görme korkusuyla yüzümüzü ülkemizin kuzeydoğusuna doğru çeviremez hale gelmişiz. Ufkumuz Anadolu'ya hapsolmuş. Tarihsel hafızamız zayıflamış. Bugünden geçmişe baktığımız zaman, Soğuk Savaş ve Batı merkezli Türk dış politikasının 1945 sonrasında bizim ülke olarak güvenliğimizi sağlamakla birlikte, dış politikadaki düşünce ufkumuza ve tahayyül gücümüze önemli bir darbe vurduğu söylenebilir.
DIş polİtİka ufkumuz genİşlİyor
1990 sonrasında çevremizde meydana gelen her olay (Bosna, Karabağ, Çeçenistan, Irak vb.) bizim içe dönük ve dünya ile ilgilenmekten korkan Soğuk Savaş mantalitemizi değiştirdi, Derrida'nın kavramıyla yapıbozuma uğrattı. Şimdi dünyadaki yerimizi, devlet kimliğimizi, olaylara bakışımızı yeniden tanımlıyoruz. Dünyayı tanıyoruz, çevremizi yakından izliyoruz. Ekonomik olarak da politik olarak da kendimize daha çok güvenmeye başladık. İnanılmaz bir girişimci gücümüz var. İçeride özgürlüklerimizi genişlettik, demokrasimiz gelişiyor. Kürt sorunu gibi tabu konularımızı artık konuşabiliyoruz. Türkiye'de hukuk devletinin temelleri güçleniyor. Bunlar şunun için önemlidir. İçeride özgürlük alanı genişledikçe, dış politikada manevra alanınız genişler ve uluslararası sistemden bağımsız davranma imkânınız artar. 1990'larda Uygurlara karşı Çin baskısına direnemeyişimizin nedeni, ekonomik zorluklarıve özellikle de derinleşen Kürt sorunuydu. Yani evimizin duvarları camdan iken, kırılganlıklarımız fazlayken, Çin'in etnik gruplara yönelik baskılarını eleştiremezdik. Bugün Başbakan Erdoğan, Gazze patlak verdiğinde İsrail'i; Urumçi söz konusu olduğunda Çin'i eleştirebiliyorsa bunun nedeni, kendi iç sorunlarını demokrasi ve hukuk devleti çerçevesinde çözebilme iradesini göstermesi ve AK Parti'nin reformcu kimliğidir.
Sonuç olarak biz Türkiye olarak Uygurların yaşadığı trajediye sessiz ve ilgisiz kalamayız. BM Güvenlik Konseyi'nde temsil edilen ve küresel aktörlüğe soyunan Türkiye, Darfur'la da Kerkük'le de ve Doğu Türkistan'daki gelişmelerle de yakından ilgilenmelidir. Hatta yanlış anlaşılmayı ve bunun getireceği riskleri de göze alarak, demokrasi, özgürlük ve insan hakları gibi çağdaş evrensel değerler temelinde Çin'e karşı yapıcı eleştirilerimizi her platformda açık yüreklilikle dile getirmeliyiz. Zira bu değerler insanî değerlerdir ve eğer 11 Eylül sonrasında Müslümanlara karşı vicdanları tamamen körelmediyse, mutlaka Batı'dan da destek bulacaktır. Türkiye'de hükümetin Çin'e yönelik çıkışını aşırı bulanlar neden korkuyor? Amaç yalnızca ekonomik çıkarlarımızı korumak mı? Yoksa Mahir Kaynak'ın haklı olarak sorduğu gibi, yeni dünya düzeninde Türkiye'nin ABD'ye karşı Çin ile birlikte mi hareket etmesini umuyorlar? Eğer böyle değilse, Türkiye'nin aydınları ve siyasî elitleri Uygurların en temel insanî talepleri olan dillerini, dinlerini ve kimliklerini daha özgürce yaşama davasına destek olmalıdırlar. Dışişleri Bakanı Davutoğlu'nun Çinli meslektaşıyla yaptığı son telefon görüşmesi ve burada dile getirdiği Türkiye'nin pozisyonu ahlakî ve siyasî açıdan son derece uygundur ve sürdürülmelidir.
ZAMAN
DOÇ. DR. BİROL AKGÜN
14 Temmuz 2009, Salı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder